Bir coğrafyada ardışık biçimde zuhur eden savaşlar, yüzeysel gerekçelerle, doğrudan görünen nedenlerle tefsir edilmesi doğru olmayabilir; her çatışma, yalnızca belirli bir cephede vuku bulan askeri bir hadise olarak anlaşıldığında, meselenin derin yapısal boyutu gözden kaçar. Nitekim her cephe, daha geniş, daha karmaşık ve çoğu zaman görünmez kalan bir hegemonik matrisin içinden doğar ve o matrisin sürekliliğini, meşruiyetini ve yeniden üretimini sağlar. İsrail’in İran’a yönelttiği saldırgan stratejiyi yahut Suriye hattında yürüttüğü örtülü operasyonları yalnızca bu iki aktörün karşılıklı gerilim dinamikleri bağlamında çözümlemek, asıl meselenin derin siyasal ufkunu perdeleme tehlikesi taşır. Asıl sorunsal şuradadır: Bu kırılgan coğrafyanın bütününe sirayet edecek yeni bir siyasal mimari nasıl ve kimlerin tahayyülünde inşa edilmektedir? Ve bu noktada meselenin asli ağırlığı kendini hissettirir. Bu müdahale ve hamleler dizisinin nihai istikametinde Türkiye’nin yerinin ne olduğu sorusu kaçınılmaz biçimde belirir.

Çünkü bölgesel dinamikler, salt güncel çatışma başlıklarından ibaret değildir; bunlar, daha uzun vadeli ve daha derin bir güç mühendisliğinin yüzeydeki kırıntılarıdır. Bir aktörün hangi ülkeyi, hangi jeopolitik boşluğu hedeflediğini anlamak için, onun yalnızca askeri hamlelerine ya da diplomatik söylemlerine değil; aynı zamanda inşa etmekte olduğu hegemonik tahayyüle, bölgeyi nasıl bir siyasal forma sokmak istediğine bakmak gerekir. İşte bu yüzden, İsrail’in İran ile giriştiği görünür savaş, belki de Türkiye gibi potansiyel merkez aktörleri devre dışı bırakmaya dönük daha kapsamlı bir stratejik örüntünün parçası olarak düşünülmelidir.

Türkiye İsrail-İran savaşının neresinde?
Peki, bu müdahale dizisinin nihai hedefinde Türkiye bulunuyor mu? Bu sorunun cevabını mevcut diplomatik dengelerin dar kalıpları içinde aramak, meselenin derin siyasal bağlamını gözden kaçırmasına neden olabilir. Çünkü İsrail’in son 20 yıldır inşa ettiği hegemonik tahayyül, klasik anlamda bir “devlet çıkarı” peşinde koşmaz. Burada daha karmaşık bir şey işlemektedir: Bölgede tüm yükselme potansiyeli taşıyan aktörlerin jeopolitik kapasitesini içten içe aşındırma stratejisi. Ve Türkiye, tam da bu kapasiteye sahip, çok boyutlu bir aktördür.

Dolayısıyla İsrail’in uzun vadeli güvenlik anlayışı, bölgenin kendi dinamiklerinden doğabilecek her türlü hegemonik denemeyi yapı söküme uğratmaya yöneliktir. Çünkü tarihsel olarak İsrail, bölgesel güç dengesi içinde her zaman “izole” bir üstünlük inşa etmek zorunda kalmış; bu izolasyonu kıracak çok taraflı, çok kültürlü, tarihsel derinliği olan bir bölgesel gücün doğması, İsrail’in güvenlik zihniyeti açısından en tehlikeli senaryolardan biri olarak görülmüştür. Tam bu bağlamda Türkiye, tarihsel hafızası, kültürel yayılım kapasitesi ve coğrafi merkeziliğiyle, bu hegemonik örüntünün en istisnai ve en dikkatle izlenen unsurlarından biri hâline gelir.

Bir yandan NATO üyesi olarak Batı’yla organik bağlara sahip, bir yandan İslam dünyasında kültürel ve tarihsel bir derinliğe yaslanıyor; aynı zamanda da Balkanlardan Ortadoğu’ya kadar etki yayabilecek bir ekonomik ve jeopolitik alan tahayyül ediyor. Bu çoklu kimlik, İsrail’in bölgesel stratejisinin uzun vadeli çıkarlarına bir tehdit olarak görünür. Çünkü İsrail’in güvenlik kurgusu, bölgenin her aktörünün tekil ve sınırlı kalmasına dayanır; bölgesel ölçekli bir hegemonya projesi ile yüzleşmek istemez.

Türkiye, İsrail’in bölgedeki kurucu üstünlüğü için tehdit
Haliyle Türkiye gibi çok eksenli, hem Batı’yla hem İslam dünyasıyla bağ kurabilen; hem ekonomik hem kültürel hem de askeri kapasiteyi entegre edebilen bir aktörün yükselmesi, yalnızca askeri değil, ideolojik ve sembolik anlamda da İsrail’in bölgedeki kurucu üstünlük pozisyonunu tehdit eder. Dahası, Türkiye’nin bu çoklu kimliği, bölge halklarının kolektif hafızasında “adil aktör” ya da “tarihsel hakem” imajlarını canlandırma ihtimali taşır ki bu da mevcut hegemonik mühendislik açısından son derece rahatsız edici bir olasılıktır.

Yılmaz: Yerli Savunma Sanayii Barışın Gücü
Yılmaz: Yerli Savunma Sanayii Barışın Gücü
İçeriği Görüntüle

İşte tam bu noktada, İsrail’in güvenlik politikalarının daha derin bir yapısı belirir: yalnızca askeri üstünlükle değil, bölgenin kültürel ve siyasal dinamizmini genel bir sessizlik rejimine hapsetmek. Buna, “hegemonik sessizlik” demek mümkündür. Bu sessizlik, düşmanları fiziksel olarak yok etmekten çok, bölgesel tahayyül yeteneğini felce uğratmak yoluyla inşa edilir. Sessizleştirilmiş, edilgenleştirilmiş toplumlar ve siyasal aktörler; kültürel hafızasını yitirmiş bir bölge. İsrail’in son yıllardaki Ortadoğu siyaseti tam bu yönde şekillenmektedir. İran’ın devrimci söylemi içeriden yorulmakta; Körfez monarşileri pragmatist ve statükocu bir çizgiye çekilmiş; Mısır iç kapanmaya mahkum edilmiş; Suriye paramparça edilmiştir.

Türkiye’nin zinciri kırma potansiyeli
Bu durum, salt bölgesel bir dizayn meselesi değildir; aynı zamanda tarihsel anlamların, kolektif hafızaların ve alternatif tahayyüllerin sistematik biçimde etkisizleştirilmesi sürecidir. “Hegemonik sessizlik” yalnızca siyasal aktörlerin değil, halkların da zihin haritalarında bir tür çoraklaşma üretir. Tarihin ve geleceğin tahayyül edilemediği bir entelektüel boşluk, bölgeyi edilgen ve müdahaleye açık hâle getirir. Türkiye’nin bu zinciri kırma potansiyeli de tam burada yatar. Hâlâ güçlü bir tarih anlatısına, kültürel üretim kapasitesine ve entelektüel dinamizme sahip olması.

Bu sessizlik zincirinin eksik halkası Türkiye’dir. Türkiye, tarihsel arka planı ve coğrafi konumu nedeniyle bu çerçeveyi kırma potansiyeline sahip tek aktördür. İsrail açısından en uzun vadeli ve tehlikeli tehdit, bölgesel düzeyde yeni bir hegemonik söylem kurabilecek bir Türkiye’dir, çünkü bu durum, İsrail’in kendi güvenlik merkezli hegemonyasının zeminini aşındırır. Türkiye’nin Balkanlardan Ortadoğu’ya uzanan kültürel ve politik ağı, tarihsel-entelektüel bir derinlik taşır ve bu derinlik, “hegemonik sessizlik” stratejisinin en kırılgan noktasını oluşturur. Bu yüzden İsrail’in doğrudan ya da dolaylı tüm hamleleri, Türkiye’nin bu potansiyelini törpülemeye yönelmiştir.

Türkiye hangi yol haritasını benimseyecek?
Bu sebeple asıl mesele, Türkiye’nin hangi yol haritasını benimseyeceğidir. Eğer bu potansiyel, iç siyasi hesaplarla, iç kutuplaşmalarla ya da kısa vadeli çıkar refleksleriyle törpülenirse; Türkiye, kendisini adım adım sessizleştirilmiş bölgesel yapıların bir parçası hâline getirir. Oysa tarihsel ve jeopolitik hafıza, bu fırsat penceresinin her zaman açık kalmayacağını gösterir.