Yıllar öncesinden en zayıf yerden başladı avlamaya. Bizler inancımız uğruna ölebilen insanlarız. Bu yüzden din pazarlayan ve satan bir tüccar başrolü verildi baş haine. Hayır diyemeyeceğimiz ve söyleneni çoğu zaman "kutsal" diyerek sorgulamadığımız bir handikabımız var maalesef. Münafık ruhlunun etrafı gittikçe kalabalıklaştı ve her mecrayı ahtapot gibi saracak şekilde her yönüyle gelişti, genişledi. Eğitimden hukuka, medyadan ticarete, bankacılıktan spora, her alan bir bir kuşatıldı. Böylece sinsi emeller adım adım ve neredeyse kusursuzca gerçekleşti

Çıbanbaşı,  Peygamber makamını işgal edip hipnoz edercesine timsah gözyaşlarıyla zehrini bir bir enjekte etti damarlara. Damarlarda dolaşan fikirler, beyne sıçrayarak düşünme ve sorgulama yetisini katletti. Artık O, her şeydi. Kutsal O’ydu, sultan O’ydu, evliya O’ydu. Çünkü gücünün ötesinde güçleri vardı (!). Bazen Peygamber ile konuşuyor, Allah’tan yeni yeni emirler alabiliyordu(!). Ele geçirdiği medyanın büyülü ve zehirli gücüyle bir ülkenin şah damarlarını birer birer kesti. 

Büyüdükçe büyüdü kırk başlı sinsi yılan. Öyle büyüdü ki devletin hukukunun üstündeki güç olmayı hedef olarak belirledi. Kimse ona söz söyleyemez, direktif veremez ve bir şey diyemez hale geldi. Onun adliyelerde, eğitim kurumlarında, polis karakollarında, askeri kışlalarda, gazete köşelerinde ve daha nice stratejik konumlarda koca koca emir erleri vardı. Bazen bir general, bir erden emir alır; bir komiser bir bekçinin sözüyle hareket eder hale gelmişti. Bu çelişki bile mil çekilmiş gözlere fayda etmiyor kulaklar, derin bir sağırlığa gömülüyordu. 

Vatanseverlik kılıfı altında memleket sınırlarını aşıp yüzlerce ülkede servete hükmedebiliyordu artık. Nasıl olabiliyordu tüm bunlar? Akıl almaz bir şekilde büyüdükçe büyüyor, gücüne güç katıyordu. Ta ki millet, her güce paralel bir güç geliştiren ve devlete paralel devlet kuran bu ihaneti fark edene kadar! Bu farkındalık büyüyü bozdu ve gözler görmeye, kulaklar duymaya başladı. Sanki hipnotize edilenler bir bir uyanıyordu. Şaşkınlık, hayal kırıklığına durmuşken şok süreci atlatıldı. Ancak duymak istemeyenden daha sağırı, görmek istemeyenden daha körü yoktu. Afallama, bocalama bir sendelemeden sonra saflar netleşti ve kılıçlar kuşanıldı. 

Arı kovanına çomağı sokan milletimiz şaşkına dönmüştü. Çünkü en stratejik noktalar ve konumlar ele geçirilmiş, saldırının yeri ve çeşidi ortaya çıktıkça ihanetin boyutunun ne kadar büyük olduğu anlaşılıyordu. 

Çünkü memleketimizde ilk defa bir hain dini böyle etkili kullanmış, kitleleri böyle büyük çaplı aldatmıştı. Paralel gücün arkasındaki asıl kripto gücün uluslararası olduğu kısa sürede anlaşıldı. Çünkü bir ülkeyi ele germek için çok ciddi bir gücünün olması gerekirdi ki bu saklı güç, bize ezelden diş bileyen haçlılar ve artıklarıydı. Yıllarca takiyyeci bir tavırla hep sevimli ve vatansever göründüler insanlara. Takke düşüp kel görününce gemi su almaya ve batmaya başladı. Vatan kemirici fareler gemiyi terk edip can havliyle kaçışırken ihaneti haince ve en sert biçimiyle yapmaya devam ettiler.

Büyük oyunu gören memleket sevdalıları ile baş hainin sırtlanları sırat köprüsünden geçer gibi, boğaz köprüsünde karşılaşıp tarih yazdılar. Şehitler verildi ve şehitler köprüsü zaferiyle, hainin paralel hayalleri denize dökülerek kursağında bırakıldı. 

Bu bize kurulan ne ilk ne de son büyük tuzak. Bunca ihanete rağmen milletçe ırk, renk, dil fark etmeden kenetlendik. Vermedik Akif’in dediği gibi bu cennet vatanı. Bir hainin eliyle milletçe nasıl da birleşti ellerimiz ve yüreklerimiz. O anlatılması imkânsız geceyi yaşayanlar yaşadı. Adeta Bedir’di, belki Niğbolu ya da Kosova gibiydi. Yeniden kurtuluşuydu memleketin. Çünkü hainler emellerine ulaşsaydı, kim bilir vatan toprağı daha kaç yüz yıl başkalarına peşkeş çekilecekti?

 

Bir gecede yüzlerce şehidin yanında, saklı hikâyeleriyle binlerce kahraman! Ne tatlıydı, o gece can vermek. Oyuna koşar gibi koştuk ölüm meydanlarına. Ölümle oyun oynar gibi aşkla doldurduk meydanları. Sokakta arasanız ne bir Türk, ne bir Kürt, ne Çerkez’i, ne Zaza’sı, ne de Laz’ı vardı. Sokak tek inanca iman eden “tek millet” vardı. Tek devleti; son kalemizi, ortak evimizi, namusumuzu, inancımızı, geleceğimizi ve geçmişimizi kurtarmak için yağdık sokaklara. Tektik birdik, beraberdik, iri ve diriydik.

 

"Ben bu gece ölmezsem hangi gece öleceğim" diye kendini ölümün namlusuna bırakan kahramanlar ne çoktu Allah’ım! Bizler bu ruhta, bu inançta olduğumuz sürece bizi alt edecek, yok edecek, bize kem gözle bakacak kimmiş? Bu ruh ve inancın önünde ne tank durdu, ne top, ne savaş uçakları, ne de ölüm kusan kurşun makineleri.

 

Sahi siz de görmediniz mi yüksek binalara çıkıp savaş uçağına taş atanları, tankların altına canını siper edenleri, tankların içine girip hainlerden silahlarını teslim alanları?Nene Hatunlar gibi ilerlemiş yaşına rağmen kamyonları hainlere engel olmak için sıra sıra park edenleri, şehadet köprüsünde şehadet şerbetini namlunun ağzından içenleri görmediniz mi?

 

Anladık ki bizler tek millet olarak dünyaya yeteriz. Bizler tek kalpte atan ayrı vücutlar gibiyiz. Aynı annenin güzel çocuklarıyız. Yeri geldiğinde her şeyimizi paylaşabilecek mümin kardeşleriz. Adresler ayrı, fikirler ayrı, tuttuğumuz takımlar ve daha nice şeyler ayrı ayrı olsa da mevzu memleket olunca söylediğimiz şarkı tektir ve koro halinde söylemeye başlarız. Bu şarkı ne ilk defa söylendi ne de son olacak. Daima gözünüz vatanın giriş ve çıkış kapısında olsun. Her hainin göz dikişinde şarkıyı söylemeye devam edeceğiz ve söylemekten asla vaz geçmeyeceğiz.