İslam hukukunda, Allah’ın gerek kendi hukuku, gerekse yarattıklarının hukuku ile ilgili olarak insana yüklediği vazifelerin tamamına emanet denir.

İslam’ın temel prensiplerinden biridir emanet. İslam dininde emanete çok fazla önem verilmiştir.  Ferdi ve sosyal huzurun, maddi ve manevi kalkınmanın temel esaslarından birisinin de emanet olduğu belirtilmiştir.   

          Emanet, insanın güvenilir olması, kendisine herhangi bir şeyin tereddütsüz ve korkusuzca teslim edilip, tekrar geri alınabilmesi demektir.  Allah’ın  insana verdiği beden ve organları emanettir.

Anne ve babaya çocukları emanettir. Yöneticilere, yönettikleri insanlar, işgal ettikleri makam ve mevkiler emanettir. Bunların hepsi uhdelerinde bulundurdukları emanetleri koruyup kollamakla yükümlüdürler.

          Kuran birçok ayette emanetin önemine vurgu yapmaktadır. “Allah size, mutlaka emanetleri (işleri) ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle davranmanızı emreder.” (Nisa 58)

          “Biz emaneti (dinin emir ve yasaklarını) göklere, yere ve dağlara teklif ettik te onlar bunu yüklenmekten çekindiler, sorumluluğundan korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir.” (Ahzab 72)

           Hadislerde de emanetin kaybolması, kıyamet alameti olarak ifade edilmektedir. Emanetin kaybolması, insanlar arasında dürüstlüğün, adaletin, hakkına razı olma duygusunun kalmaması; kimsenin kimseye güvenemez hale gelmesi demektir. Bu da toplumda hilekarlık ve haksızlıkların artmasına neden olur. 

          Kuran ve hadisler vasıtasıyla Allah, bize her işin başına ehlini, erbabını getirmemizi emrediyor. Millet yapısında en büyük emanet, milleti idare edenleri seçerken işi ehline vermektir.  Bu, devlet başkanından mahalle bekçisine varıncaya kadar idari sitemin her kademesinde, yasama, yürütme ve yargı organlarında geçerli ve tazeliğini hiçbir devirde kaybetmeyen ilahi bir emirdir. 

          Temel hakların korunması buna bağlıdır ve aslında devletin devamlılığının, milletin millet olarak varlığının ana felsefesi budur.

          Kuran bu felsefeyle devleti bütün kademe ve kuruluşlarıyla değerlendirir. Kendine sahip olmayan, ruhuyla bedeni, dünyasıyla ahireti, işiyle ibadeti arasında denge kurmayan; hayatı sadece yeme, içme, eğlenme ve para kazanma çerçevesinde düşünen kişilerin başa geçmesine, idari işlerin ağırlığını yüklenmesine cevaz vermez. Çünkü bu vasıfları taşıyanlar iş başına getirildiği takdirde, önce o memleketin kıyameti kopar.

         Şahsi ihtirasları ve çıkarları uğruna milleti hiziplere ayıranları, ehil olmayan kişileri iş başına getirip ülkeyi sahipsiz bırakanları ne tarih affeder, ne de ilahi kanun. Bunun için her konuda olduğu gibi devlet işlerinde de birine görev verirken gerçek kıstası ümmetine sunan rahmet ve adalet Peygamberimiz, rastgele kişileri iş başına getirmemiş, iş başına getireceği kişilerde takvayla birlikte liyakat ve ehliyet aramıştır.  Nitekim Allah Resulü bu konuda şöyle buyurmuştur; “Müslümanların bir işine bakan kimse, o işi daha iyi yapacak biri varken bir başkasına verirse Allah’a, Resulüne ve müminlere hıyanet eder.” 

       O halde yöneticilerimizin, her işin başına en uygun kişiyi bulup getirmeleri, dostluk, akrabalık, soyluluk ve ırk ayrımı yapmamaları gerekmektedir.